Şu Ahlaksız İktisatçılar

Soru basit: İktisat ahlaki bir bilim midir, yoksa değil midir? Başka türlü sorayım: Ahlaki normların iktisatta bir yeri var mıdır? Pek çok iktisatçı ahlakın iktisatta yeri olmadığını söyleyecektir. İktisat gerçekten bir bilimse, iktisatçılar, insanları, fizikçilerin fiziki evreni incelediği gibi inceleyerek, “ay şu atoma haksızlık ediyoruz”, “bak bu atom yalnız kaldı” veya “atomlar sevse de sevmese de biz bu işi yaparız” diyerek mi hareket etmelidir, yoksa iktisada konu olan “atom”ların sevebileceğini, üzülebileceğini, inanabileceğini düşünerek ayaklarını denk mi almalıdır?

Journal of Economic Perspectives’de yayınlanan bir makale işte bu ve benzeri soruları yanıtlamaya çalışıyor (Sandel 2013). Makalenin yazarı Michael Sandel, What Money Can’t Buy: The Moral Limits of Markets (2012) başlıklı kitabın yazarı. Bu kitapta, piyasalaşma olgusunu inceliyor ve her şeyin piyasa değerleri/mantığı ile ele alınmaya başlanmasını eleştiriyor. Sandel’in neden bahsettiğini anlatabilmek için piyasalaş(tır)ma olgusuna birkaç örnek vereyim. Örneklerin hepsi Sandel’in kitabından (merak edenler için ilgili bazı çalışmalara ve haberlere de atıf yapıyorum).

  • Çocuklara iyi notlar karşılığında para vermek (Fryer 2010)
  • Hastalara ilaçlarını kullanmaları için para vermek (Belluck 2010)
  • Ülkelerin oturma izinlerini satışa çıkarması (Reddy ve De Avila 2011)
  • Hükümetlerin çocuk yapmayı teşvik etmek için para vermesi veya ceza kesmesi
  • Çevre vergisi, çevreyi kirletenlere kesilen parasal cezalar (Krugman 2010), çevre kirletme hakkının alınıp satılabilmesi, karbon emisyonu ticareti gibi piyasa odaklı politikalar*

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Hadi ilginç bir örnek daha vereyim. Sporcuların formalarına, hatta Sinan Şamil Sam gibi forması olmayanların sporcuların bedenlerine, reklam almalarını da spor dünyasının piyasa mantığını içselleştirmiş olmasına, sporun piyasalaşmasına bağlayabiliriz.

Daha fazla örnek isterseniz, Michale Sandel’in kitabına, o yetmezse Debra Satz’ın (2010) Why Some Things Should Not Be for Sale: The Moral Limits of Markets başlıklı kitabına bakabilirsiniz.

Biraz düşünürseniz, bazı şeylerin para karşılığı alınıp satılmasını, 2012 yılında İktisat Nobel Ödülü’nü alan Alvin Roth’un (2006) da belirttiği gibi, iğrenç, tiksinç veya utanç verici bulabilirsiniz. Mesela, bir şirketin çocuk işçi çalıştırmasını (çocuk işgücü satın almasını) iğrenç, aşağılık bir şey olarak görürüz. Para karşılığı arkadaşlık veya aşk satın almak isteyenleri engelleyen yasalar yok ama sadece finansal çıkar elde edebileceği zenginlerle arkadaşlık yapanların çok da ahlaklı olduğunu düşünmeyiz. Peki ya böbrek piyasası? İnsan böbreği ticareti yapanları da iğrenç insanlar olarak resmetmiyor muyuz? Pek çoğunuzun bu soruya evet cevabı verdiğini tahmin ediyorum, tabii iktisatçı değilseniz.

Yanlış okumadınız, “iktisatçı değilseniz” dedim.  İktisatçı değilseniz, böbrek piyasalarını iğrenç bulabilirsiniz ama sıkı bir iktisat eğitiminden geçmiş hemen herkes iyi düzenlenmiş bir böbrek piyasasının böbrek nakli bekleyen insanların hayatını kurtarabileceğini düşünmekten kendini alıkoyamaz. Sonuçta, insanlar börek bulamadığı için ölüyor ve o insanlar ölürken, biz sağlıklı insanlar “yedek bir böbrekle” dolaşıyoruz! İktisatçı olarak eğitildiyseniz, böyle bir durumda fayda-maliyet analizi yapmanız gerektiğini hissedersiniz. “Eğer böbreklerin iyi düzenlenmiş bir piyasada alınıp satılması mümkünse, neden belki binlerce hayatı kurtaracak bir düzenlemeyi sadece insanlar iğrenç buluyor diye bir kenara koyalım?” diye düşünebilirsiniz. Hatta İran’da böbrek alıp satmanın yasal olduğunu da biliyorsanız (Dehghan 2012), bu işin çok da mantıksız olmadığını düşünebilirsiniz. Bir iktisatçı olarak, böyle bir durumda sözde ahlaklı olmanın veya sosyal normlara mahkûm kalmanın çok maliyetli olduğunu düşünebilirsiniz.

Bunları neden yazıyorum? İktisatçılara ihtiyatla yaklaşmanızı istediğim için değil elbet. İktisatçılara ihtiyatlı bir biçimde yaklaştığınızı zaten biliyorum. 🙂 Bunları yazmamın nedeni şu: Piyasa mantığı ve fayda-maliyet analizleri,  gündelik hayata ve ahlaki normlara yabancılaşmamıza neden oluyor olabilir. Bunu düşünürken şunları da göz önüne alın: İktisada giriş kitaplarında ahlakla ilgili bir bölüm bile yer almıyor; bu konu, genellikle, pozitif ve normatif iktisat ayrımı başlığı altığında geçiştiriliyor. Ancak, iktisadın ve iktisatçıların ahlaktan bağımsız piyasa odaklı düşünme biçimi her gün hayatımızın hemen her noktasında karşımıza çıkıyor. Hal böyleyken, iktisadın ahlaki bir bilim olup olmadığını, iktisatçıların ahlaki normları dikkate almalarının gerekli olup olmadığını düşünmeye başlamamız faydalı olabilir.

Oturma izinleri, çevreyi kirletme izinleri ve bunun gibi şeyler para karşılığında satıldığında sadece piyasaların daha etkin bir biçimde işlemesini mi sağlıyoruz, yoksa dünya üzerinde halihazırda rahatsız edici boyutlarda olan eşitsizliği arttırıyor muyuz? Piyasa mantığı ile hareket etmenin her zaman hakkaniyetli sonuçlar doğurmadığını biliyoruz tabii ama soru şu: Bunu önemsemeli miyiz, yoksa “ne yapalım dünya böyle işliyor!” mu demeliyiz?

Düşünün. Çocuklara sınavlardan aldıkları yüksek notlar karşılığında para verdiğimizde, sadece onları motive etmiş mi oluyoruz, yoksa çocukların eğitim hakkındaki düşünme biçimlerini geri döndürülemez şekilde değiştiriyor muyuz? Eğer değiştiriyorsak, çocukları para ile motive etmeye çalışmaktan vazgeçmemiz iyi olabilir mi? Takdir alınca bisiklet aldığımız o çocuğu, üniversitede spor araba istemeye, üniversitede arabayla ödüllendirdiğimiz çocuğu ise işe girdiğinde şirketin veya devletin tahsis ettiği arabayı özel işleri için kullanmaya motive ediyor olabilir miyiz? Piyasa odaklı düşünme bizi bambaşka insanlar haline getiriyor olabilir mi?

Bu yazının başında bahsettiğim makale işte bu soruları (ve tabii ki daha fazlasını) ele alıyor. Makalede ele alınan ve benim de derslerde kullandığım örneklerden birinden bahsederek konunun önemini vurgulamaya çalışayım.

İktisatçıların mottolarından biri şudur: Parasal müşevvikler önemlidir! Bu mottoyu kabaca şöyle özetleyebiliriz: Eğer birisinin bir işi yapmasını teşvik etmek istiyorsanız para verin, istemiyorsanız ceza kesin. Etrafınıza bakarsanız dünyanın böyle işlediğini görebilirsiniz. Trafikle ilgili tüm düzenlemeler parasal cezaları kullanır. Yatırımı, innovasyonu arttırmak isteyen veya evli çiftlerin daha fazla çocuk yapmasını isteyen hükümetler bunu yapabilmek için parasal ödüller (veya vergi indirimleri vb.) verirler. Bu ödül ve cezalara bakarsanız iktisadi düşünme biçimini ve tabii ki piyasa mantığını nasıl içselleştirdiğimizi de daha iyi idrak edebilirsiniz.

Peki, iktisatçıların bu mottosu, ahlaktan ve ahlaki normlardan bağımsız bir biçimde işleyebilir mi? Çoktan tahmin etmiş olabileceğiniz gibi bu motto, gündelik hayata müdahale edip, davranışlarımızı şekillendirmek için kullanıldığı için ahlaki normlardan bağımsız olarak düşünülemez. Bunu çarpıcı bir şekilde anlamamızı sağlayan bir çalışma var (Gneezy ve Rustichini 2000a). Sorunumuz şu: Bazı anne ve babalar anaokulundaki çocuklarını almaya geç gidiyorlar. Acaba bu anne ve babalara geç kaldıkları için para cezası kesersek, geç kalan ebeveyn sayısını azaltabilir miyiz?

Bunu öğrencilerime sorduğumda, genellikle geç gelen ebeveyn sayısının azalacağını düşünüyorlar. Siz de öyle düşünmüş olabilirsiniz. Ancak sonuç bunun tam aksi. Geç kalan ebeveyne ceza kesilmeye başlanınca, geç kalan ebeveyn sayısı da artıyor. Aşağıdaki grafik durumu özetliyor (Gneezy ve Rustichini 2000a: 7).

Grafik, hafta başına geç kalan ebeveyn sayısını gösteriyor. Siyah çizgi ceza uygulanan anaokullarındaki durumu gösteriyor, diğeri ise ceza uygulaması olmayanları. İlk dört hafta her iki grupta da ceza uygulanmıyor. Daha sonra (grafikte siyah çizgi ile gösterilen) bazı anaokullarında geç kalanlara para cezası uygulanmaya başlanıyor. Gördüğünüz gibi cezanın uygulanmaya başladığı haftada, cezanın uygulandığı anaokullarında geç kalan ebeveyn sayısı artıyor. Daha da ilginci şu: 17. haftada ceza uygulaması kaldırılıyor ancak buna rağmen bir ceza uygulamasına konu olan anaokullarında geç kalan ebeveyn sayısı azalmıyor.

Parasal ceza uygulaması ebeveyn davranışlarını geri döndürülemez bir biçimde değiştiriyor. Peki neden? Pek çok açıklama üretilebilir. Ama şunu bir düşünün. Ceza uygulamasından önce anne ve babaların gecikmemelerinin ardındaki nedenler neydi? Herhalde birincisi sorumluluk duygusudur, ikincisi ise “geç kalırsam diğer anne-babalar ve anaokulu öğretmenleri hakkımda ne düşünür” düşüncesidir. Ceza uygulamasından önce anne-babaların ahlaki kaygılar taşıdığını ve ahlaki-sosyal normlara uymaya çalıştığını düşünebiliriz. Peki ceza uygulamasından sonra ne oluyor? Sanırım ceza uygulamasını gören anne-babaların geç kalmayı bir ahlaki mesele olarak değil, satın alınabilecek bir hizmet olarak görmeye başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Özetle anaokullarında piyasa mantığını uygulamanın ebeveynlik ile ilgili ahlaki ve sosyal normlarımızı etkilediğini düşünmek mümkün. Tabii ceza uygulamasının kaldırılmasının geç kalan ebeveyn sayısını (en azından hemen, çalışmaya konu olan süre içinde) azaltmadığını da dikkate alırsak, piyasalaşmanın geri döndürülemeyecek bazı sonuçları olabileceğini de düşünebiliriz.

İktisatçı okurlarım, hemen şöyle düşünmüş olabilir: Bu çalışma parasal cezanın etkisiz olduğunu göstermiyor, sadece ceza miktarının yeterli olmadığını gösteriyor; eğer para cezası arttırılırsa, geç gelen ebeveyn sayısı azalır”.[1] Çok doğru. Ancak mesele bu değil. Meselemiz, parasal müşevviklerin sosyal ve ahlaki hayatımızı geri döndürülemez bir biçimde değiştirip, değiştirmediği.

Daha fazla “spoiler” vererek Sandel’in makalesini okuma deneyiminizi berbat etmek istemiyorum. Yine de sizi motive etmek için makaledeki bir iki örnekten daha kısaca bahsedeyim. Bağış toplayan çocuklara, topladıkları bağış miktarıyla orantılı bir parasal ödül verirsek, çocuklar daha fazla bağış toplar mı? Hmmm. Zor soru, değil mi? Cevap: Eğer para toplayanlara çok fazla para vermiyorsanız, güzel amaçlar için bağış topladığını düşünen çocuklar, para karşılığı bağış toplayanlara göre daha fazla bağış toplayabilir. Peki, insanlar daha fazla kan bağışlasın diye kan bağışlayanlara para verirsek, daha fazla kan “bağışı” alabilir miyiz? Yok, maalesef, bağış işi tam öyle işlemiyor. İnsanların kanını satın almaya kalktığınızda insanlar kan vermekten vazgeçebiliyor… Özetle işin içine para ve piyasa mantığı girince, dünyaya eskisinden daha farklı bakabiliyoruz.  Ha bu her zaman ve her koşulda kötü bir şey midir? Muhtemelen değildir. Ama biz yine de bunları bir düşünelim.

İktisatçılar her ne kadar yaptıkları işin, politika önerilerinin ve derste anlattıklarının ahlaktan, sosyal normlardan, geleneklerden, göreneklerden vb. bağımsız olduğunu düşünmek istese de, böylesi daha kolaylarına gelse de, iktisadın ahlaktan bağımsız olduğunu düşünmek oldukça güç. Benim yazdıklarım sizi ikna etmediyse, Michael Sandel’in (2013) makalesini okuyun derim. Sonuçta konunun uzmanı o.

Son olarak, şunu da düşünelim bence: İktisat bölümlerinin programında neden zorunlu bir İktisat ve Etik dersi yok? Madem piyasa mantığı dünyamızı şekillendiriyor, bu mantığı üreten iktisatçıların etik bilmesi, yaptıkları işin nereye varacağını düşünen bilim insanları olarak yetişmesi daha güzel olmaz mı? İsterseniz, Sandel’in (2013) makalesine siz de bir göz atın, konuşalım.

Referanslar:


[1] Bu bağlamda, Gneezy ve Rustichini’nin (2000b) “Pay Enough or Don’t Pay at All” (yani, “ya yeterince öde ya da hiç ödeme”) başlıklı makaleleri de ilginizi çekebilir. Bu makale parasal müşevviklerin etkisini inceleyen bir dizi deneyi ele alıyor.


Bu yazı daha önce Açık Ekonomi‘de yayınlanmıştır.


Ana görsel: Etienne, https://flic.kr/p/rPF4mT

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.